29 Ekim 2011 Cumartesi

Seninle Uyumak İstiyorum- Bir Doğum Günü Anısı

Bir seneyi daha devirdim.. Geçen sene yaşımla ilgili ilk yorumum 'höfff 31 çek çek bitmez' olsa da, gözyaşları ve kahkahaların tarafımca bolca tüketildiği bir yaşı daha uğurladım.. 

Doğum günlerine önem vermiyormuş görünümlü, ama içten içe önem veren biriyim. sırf bu 'önemsemiyorum' imajını desteklemek için 20li yaşlarda bıraktım kutlamayı..geçen sene farklıydı, kendime özel bir anı yaratmak istedim ve 
-genelde yaptığım bütün planlar tanrı tarafından sabote edilse de- geçen sene her şey istediğim gibi oldu..

baktım dün gece kare kare geçen doğum gününde yaşananları hatırlıyorum, kendimi bir tekrar filmine hapsetmeye hazırlanıyorum ve engel olamıyorum düşüncelerime, durduramıyorum, bu filmin 'ortasında' çıkmam gerektiğini anladım ve yeni yaşımı karşılamadan uykuya daldım..

Bu bağlamda biraz rötarlı olsa da hoşgeldin yeni yaşım..beraberinde ne getirdiysen kabulümdür bilesin..

Sana dair mutlaka bir sürü güzel anım olacaktır, ama eski yaşıma madem bir daha görüşmemek üzere veda ettim ve giderken götürmedi beraberinde en özel anısını, o zaman bize düşen de koruyup kollamak, sahip çıkmak ve asla unutmamak onu..




seneler sonra gittim o şehre. evim dediğim tek şehir, aşık olduğum tek şehir. içinde bir zamanlar deliler gibi aşık olduğum adamın yaşadığı şehir.. seneler önce vedalaşmadan, arkama bakmadan terk ettiğim, belki de kaçtığım ve bir daha gidemediğim, adını her duyduğumda yüreğimi paramparça eden o şehre gittim. 



biliyordum; gerektiği gibi vedalaşmadığım sürece hem şehirle, hem de sevdiğim adamla kanayacaktı o yara daha senelerce. veda vakti gelmişti ve ben bütün cesaretimi toplayıp gitmiştim. 


önce doya doya hasret gidermeliyim bütün sokaklarıyla. her şey o kadar tanıdık ama bir o kadar da yabancı ki. evime dönmüş gibiyim, ama evim değil artık burası benim. senelerdir bir evim, ait olduğum hiçbir yer yok. 


vakti geldi. buluşacağız. doğum günüme saatler kaldı, onun yanında karşılamak istiyorum yeni yaşımı. hiç doğum günümü kutlamadı o benim, yarım kalan sadece veda değil... yaşanmamı$ o kadar çok şey var ki...

mesela sadece tek bir fotoğrafımız var bizim. 6 senede sadece tek bir fotoğraf. 

tek bir film izledik sinemada beraber. 

evde izlediğimiz film sayısı ise 2. 

doğum günümü kutlama sayısı: 0 

*doğum günüm olduğunu biliyor mu acaba? sanmam, bunca sene bilmedi, önemsemedi de, şimdi mi bilecek*

işte orda bekliyor beni. arkası dönük, dizlerim titriyor. ne çok özlemişim bu kokuyu. 

- nasılsın?

+iyi *donup kalıyorum yine, sen nasılsın diye sormaktan aciz bakıyorum yüzüne*

- ne içmek istersin, ona göre bir yere gidelim?

+ şarap *evet evet şarap en iyisi, yoksa söyleyemem söylemek istediklerimi. şarap çözüyor benim dilimi, çok şarap içmem lazım bu gece, her zamankinden daha çok*

tedirgin.. sürekli saatine bakıyor, ben de sürekli saatime bakıyorum. yeni bir güne, doğum günüme 30 kocaman dakika var daha. nasıl geçecek? kalkmak istiyor, çok yorgun, çok uykusuz, huzursuz ve gözlerinde kocaman bir keder. *olmasaydı sonumuz böyle* 

yudum yudum içiyorum o şarabı. bitmemeli, biterse kalkar, ikinciyi sipariş verme şansım yok. 1 kadeh yetmek zorunda dilimi cözmeye, sadece tek bir kadeh şarap, gerekli olan cesareti vermek zorunda bana. 

saat 23:52

- hadi kalkalım ben çok uykusuzum. sabahtan beri yollardayım.

+ peki *hesabı ödeyip taksi durağına gitmemiz 8 dakika sürmez ki, taksi durağı şurası hemen. 8 dakika var daha, 8 ömür. yavaş yürü, çok yavaş yürü*

- yarın memlekette tatilmiş 

+ hmm evet *biliyor, doğum günüm oldugunu biliyor işte! tatil geyiğini niye yapsın ki şimdi durduk yere? ona ne türkiye'nin resmi tatilinden.*

ve telefon çalıyor. telefonum çalıyor. saat 00:00 yeni bir gün başladı.. 

- doğum günün kutlu olsun kardeşim
*hic bu kadar sevinmemiştim bu sesi duyduguma* 
+teşekkür ederim canım *sakin ol, neşeli davran, sevindiğini belli et, kısa kesme, ama fazla da uzatma konuşmayı*

ve kapatır kapatmaz bir daha çalıyor. yine kutlama, teşekkür, kısaca hoş beş. taksi durağına varmışız, görüşmemin bitmesini bekliyor vedalaşmak için. 

ve veda vakti.. *hadi bu son fırsatın, söyle! yok söyleyemem ya hayır derse? söylemek zorundasın, eğer yine bir şeylerin yarım kalmasını istemiyorsan mecbursun buna, söyle hadi susma daha fazla*

+ hani an itibariyle benim doğum günüm ya, ilk defa senden bir hediye istiyorum

- nedir?

+ bu gece sende kalabilir miyim? seninle uyumak istiyorum

susuyor.. yine bir ömür sürüyor bu suskunluk *allah belamı versin! hayır diyecek işte, hayır diyecek ve sen yine paramparça olacaksın. bok vardı sanki soracak, bok vardı gerizekalı, ne sik olacaksa yanında uyuyunca, allah belamı versin*

-peki

gözlerindeki keder canımı acıtıyor. *gözlerin gözlerime değince, felaketim olurdu*

yol boyunca sessizlik. 

- geç bakalım

seneler sonra ilk defa giriyorum o eve. tıpkı şehir gibi tanıdık ama yabancı bu ev de. evim değil artık. eşyaların yeri değişmiş. yatağın yeri, televizyon değişmiş, banyonun fayansları. kitaplar çoğalmı$, o çok sevdiğim divan artık yok. çalışma masasını odanın diğer köşesine taşımış, iyiydi oysa pencerenin önündeki yeri? ama koku aynı, evin her köşesinde onun kokusu. 

başım dönüyor.. sigarayı bırakmış, çalışma masasında hala çay bardakları duruyor, ama dolup taşan bir kül tablası yok artık. 

+ sigara içebilir miyim?

- iç tabii. benim biraz işim var, şu yazıyı bitirmem gerekiyor. uykun geldiyse yat sen *evet bir tek bu değişmemiş. hep o bitmeyen, yetişmesi gereken yazılar, saatlerce onun dikkati dağılmasın diye susmalarım. masanın üstünde biriken çay bardakları, tuş sesleri. onun yüksek sesle yazdıklarını okuması, düzeltmesi. yatağa yalnız girmelerim. bir tek kül tablasında unutulan, boşa yanan sigara yok artık*

+ iyi geceler

1 saat sonra tuş sesleri kesiliyor. gelecek diye bekliyorum. gelmiyor. *kalkıp baksam mı acaba? ama adamın evine zorla gelmişim zaten, zıbar yat işte! yok hayır kalkıp bakmam lazım, ben onun evinde değil, onun yanında uyumak istiyorum*

koltuğa uzanmış. üstünde incecik bir örtü, başının altında yastık yok. çoktan uykuya dalmış bile.

+ ne yapıyorsun sen burda? çocuklaşma lütfen, kalk ve yatağına gel uyu. saçmaladığının farkındasın değil mi? çocuk, çocuk haraketler. hiç yakışıyor mu? *ben bütün gece çok olgun davrandım sanki*

uyku sersemi mırıldanıyor: 

- yanlış, bu çok yanlış.. çok yanlış yapıyoruz. yanlış bu...

+ yanlış olan bir şey yok, ben sadece seninle uyumak istiyorum, hepsi bu. gel hadi. 

ve gelip yanıma yatıyor. sarılıyor bana. içime çekiyorum kokusunu. bu son biliyorum. bu senelerdir ertelediğimiz vedamız biliyorum. 

uyumadan önce şükrediyorum tanrıya bu sefer kulak verdiği için yakarışıma... sevişmek değil istediğim.. sadece huzur içinde uyumak istiyorum. 

önce hangimiz uyuyor bilmiyorum. ama ben seneler sonra ilk defa derin bir uykuya dalıyorum. seneler sonra ilk defa gece üçte uyanmıyorum, seneler sonra tekrar onun ritmine uyduruyorum nefes alışlarımı ve seneler sonra ilk defa gülümseyerek uyanıyorum. 

sabah oluyor.. veda vakti... işte şimdi gerçekten vedalaşabiliriz. azat ediyor artık beni, ben de onu. artık vedamız yarım değil. kaçmıyorum artık. sarılıyorum, son bir kez içime çekiyorum kokusunu..

+ hoşçakal 

biliyorum bir daha görmeyeceğim onu.. biliyorum bir daha gelmeyeceğim bu şehre... tamamlandı her şey.. bizim hikayemiz tamamlandı.. hayatımın en güzel doğum günü hediyesini aldım. artık mutlu olabiliriz.. artık kalkabilir gözlerimizdeki keder.. artık içimi parçalamayacak onu ve bu şehri düşünmek.

o geceden sonra bir daha hiç uyanmadım gece üçte. *

bazen gecikmiş bir vedadır bu cümle.


24 Ekim 2011 Pazartesi

İskender,ya da 3. Sayfa Haberlerinden Derleme..

Yine bir romanı yarıda bırakarak (Peter Ustinov-Krumnagel) ikinci kitaba başlama geleneğini bozmadan - aslında gayet keyifli başlamıştı, ama yine ortalarına doğru sıkılmaya başladım- Elif Şafak'ın son romanı 'İskender'i okudum.

Roman hakkında fikirlerimi çiziktirmeden önce, kitap kapağı hakkında - ki malum çok konuşuldu - bir iki satır yazmak gerek.

Reklamın iyisi kötüsü olmaz saçmalığını benimsemiş olacak ki, böylesi kötü bir reklamla romanından söz ettirmeyi tercih etmiş Elif Şafak. Keşke bu yola hiç girmeseydi. Kapak fotoğrafı tek kelime ile itici. Öyle sarsıcı, merak uyandıran bir itici/çekici durumu da yok ortada. Sıkıcı, ifadesiz, niyetini başından belli eden, ucuz bir iticilik söz konusu. 'Acaba kitabın/içeriğin kalitesine güvenemediği için mi böyle bir reklama ihtiyaç duydu' diye de düşünmeden edemiyorum.

Ve okuduktan sonraki görüşüm - güvenemediyse eğer yazdıklarına- pek de haksız sayılmadığı yönünde. Tek bir cümle ile özetlemem gerekirse 'yurdum klişelerinden derleme' tadında bir ürün çıkarmış ortaya.

Öncelikle Elif 'Shafak' çevirileri okumaktan fazlaca sıkıldığımı belirtmem gerek. Türkçe düşünüp (hala türkçe düşündüğünü varsayıyorum) ingilizce yazmak zaten anlam ve derinlik kaybına yol açıyorken, yazılanları tekrar türkçeye çevirince ortaya kompozisyon tadında, peşpeşe sıralanmış basit, kısa, yüzeysel cümlelerden oluşan romanlar çıkıyor malesef ve okurken garipsediğim, türkçe yazmış olsaydı kullanmayacağına emin olduğum tuhaf kelimeler..yoksa Elif Şafak türkçe yazsaydı, yine de karakterlerden birine 'uçuk' lakabını verir miydi? sanmam..

Türkçeye bu denli hakim olan, hatta yer yer 'ağdalı' diye tabir ettiğimiz bir dil kullanarak bize kendini sevdiren bir yazarın, ingilizce roman yazma sevdasına o yüzden pek bir anlam veremiyorum. Eminim gerekçelerini röportajlarında açıklamıştır, lakin Elif Şafak'ın verdiği röportajları takip edecek kadar fanatik bir okuru olmadığımdan atlamış olacağım bu açıklamaları.

Ve İskender...Bu kadar çok klişe ve kitschi bir araya toplamayı başardığı için öncelikle tebrik ediyorum. En son Kayıp Gül adlı kağıt ziyanlığı böyle bir derlemeydi ki, okurken harçadığım zamana acıdığım çok az kitapdan biridir.

spoiler..spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler

Klişe diyorum da yanlış anlaşılmasın, İskender hollywoodvari fantastik ve gerçek dışı bir  kurguya  sahip değil. Tam aksine her gün, herhangi bir gazetenin 3. sayfasında okuduğumuz herhangi bir haberin romanlaştırılmış hali.  Hiç bir eleştiri getirmeden, hiç bir mesaj vermeyi başaramadan (mesaj  kaygısı ile yazıldığı belli oysaki) -ya da verdiği mesaj, en az Fatih Altaylı'nın kadına karşı şiddet'e dikkat çekmek için, manşetten yayınladığı o fotoğraf ve bu bağlamda benim anlayamayacağım kadar derinlerde-her gün karşımıza çıkan bir töre/namus cinayetininin romanını yazmış. Ama romanın bu hali ona çok 'kuru' gelmiş olacak ki, mistisizm/tasavvuf sosu hazırlayıp dökmüş üzerine. Bu hali ile önümüze sürdüğü ise leziz bir yemekten ziyade, karman çorman bir bulamacı andırıyor.

Sadece gazetelerden okumuyoruz bu ve benzeri aile dramlarını. kendi yakın çevreme, hatta aileme baktığımda etnik farklılıklar, kumalık, üveylik, aşk çinayeti, kumar, alkol, kadına karşı şiddet, gurbet, ırkçılık ve çok daha fazlasını görebiliyorum. Eminim bir çoğumuz da bu ve benzeri olayları gözlemlemiş, belki de yaşamıştır..Bunlarla yaşıyorum ve yüzleşiyorum zaten her gün, bunlardan kaçmak için sığındığım roman sayfalarında da karşıma çıkmalarını- üstelik bu denli yüzeysel bir şekilde- istemiyorum. Elif hanımın o korunaklı dünyasında ve sırf hayal ve gözlem gücüne dayanarak yazdığı şeyler, benim gerçeklerim yanında komik kalıyor zira..

Romanları bana bilmediğim dünyaların kapılarını araladıkları için seviyorum, zaten hali hazırda hergün gözümün önünde olan şeyleri okuğumda ise bana sadece klişe geliyor ve evet benim ailem de türk klişelerinin başarılı temsilcilerinden. Klişe çünkü israrla değiştirmiyoruz, değiştirmek için çaba göstermiyoruz, öylece duruyorlar, sürekli kendilerini tekrarlıyorlar..Kabullendik belki de, 'türkiye gerçekleri'..o yüzden de değişmemesi bizi rahatsız etmez oldu, okuduğumuz 3. sayfa haberleri sadece o sayfada kalıyor. töre, namus, şeref gibi saçma sapan ve içi boş kavramlar yüzünden işlenen cinayetler bizi sarsmıyor artık. O zaman neden okuduğumuz bir roman, bir kurgu, bir hayal ürünü bizi sarssın, bizi derinden etkilesin? İskender o kadar tanıdık ki ve Pembe ve Adem ve Tarık ve Hatip..Her gün görüyoruz biz o insanları ve bir şey yapmıyoruz, yapamıyoruz, yapmak istemiyoruz.

Elbette bir romandan ve yazarından beklentim bu sorunlara bir cözüm önerisinde bulunması, hatta bu ve benzeri sorunları kökünden çözebilecek sihirli bir formül sunması değil. Ama gönül isterdi ki, her gün benzerleri yaşanan bu aile dramlarının kahramanlarını madem romanına taşımak istedi, o zaman bu kadar yüzeysel değil de, daha derinlere inip yazabilseydi. Parçalanan bir ailenin çocuklarının gençlik yıllarını ve annesiz babasız büyümenin sıkıntılarını, akrabalar tarafından itilip kakılmanın, hayatta savrulmanın buhranlarını daha iyi yansıtabilseydi. 


Namus cinayetleri Türkiye'nin dört bir yanında işlenmeye devam ederken, kız çocukları mal gibi alınıp satılırken, her yeni gün onlarca, yüzlerce sevgisiz evlilikler yapılırken bunu da tipik bir 'kürt' davranışı olarak göstermesi (yoksa pek ala başka bir yöreden de seçebilirdi kahramanlarını) ise beni  son derece rahatsız etti. Ama evet, namus cinayeti denilince aklımıza ilk kürtler geliyor değil mi? Klişe dedim ya işte...

'fırat nehri yakınlarında bir köy', ölümü pahasına oğlan çocuk doğurma sevdalısı kadınlar, aşksız kadınlar, namusunu temizlemek için kendini asan gencecik kızlar, 'namusu kirlendi' dedikodusu çıktığı için terk edilen kızlar, kaypak adamlar, 'o bacı kirli onu almam, o zaman diğeri olsun' diyebilen zihniyetler, bu zihniyete boyun eğen kızlar ve babalar, kadınlara şiddet uygulayan zavallılar, doğu/batı çatışması, gurbet, fakirlik, sevgisizlik, gurbetçi ailelerin dramı, ırkçılık, uyum sorunu, asimilasyon, ailesini terk edip gidebilecek kadar uğruna deli divane olunan rus görünümlü bulgar striptizci ve onun dramatik 'kötü yola düşme' öyküsü (tabii ki aile içi şiddet, tecavüze yeltenen bir baba, fakirlik, renkli hayat hayalleri), kardeş sevgisi/nefreti, gencecik kadınları ve küçücük çocukları töreye kurban eden yobaz akrabalar, beyin yıkayan yobaz/fanatik arkadaşlar,  ilk aşk, masumiyet, punkların renkli dünyası, ergenlik sorunları, kozmopolit, anlayışlı ve kalbi kırık bir erkek, türk(kürt)/yunan aşkı (tam yunan da değildi ya neyse), yanlış anlaşılmalar, dedikodular, yanlış iliklenen düğmeler, ikizine sevdiği adamı verdiği yetmiyormuş gibi, bir de onun yerine ölen bir kadın, kadere boyun eğmek, sessiz kabulleniş, lanetli elmaslar, kaçakçılar, efsunlar, hayaletler, ingiliz hapishaneleri, hollywood filmlerinden çıkıp gelmiş gardiyanlar, olmazsa olmaz bilge bir hücre arkadaşı, mantık sınırlarını zorlayan tesadüfler, tabii ki bitutam tasavvuf..öffff...Şu an aklıma ilk gelen bunlar, hiç biri de yabancı/yeni/farklı değil..Adem'i 1978 yılında Abu Dabi'ye göndereceği yere, Libya'ya gönderseydi eşsiz bir klişeye daha imza atacaktı, bu tarihi fırsatı da böylece kaçırmış oldu. Neyse bir dahaki romanına artık. Gerçi rus görünümlü bulgar hatun Libya'da yapamazdı ve eğer Adem'le yolları bir daha kesişmemek üzere ayrılmış olsaydı, metresi olduğu o röntgenci adamın teleskopundan nasıl hayatını paramparça ettiği adamın intiharını izleyecekti ki? 

Beni en çok geren bölümlerden biri ise Pembe'nin aslında masum olduğunu, Elias'la aralarında tensel bir ilişki yaşanmadığını üstüne basa basa ve israrla belirtmesi..Pembe ve Elias cinselliğe dayalı bir ilişki yaşamış olsalardı, İskender 'namusunu temizledi' diye haklı mı olacaktı? Ya da 'suçsuz' anne/teyzesini öldürdü diye İskender'e daha mı çok acımamız gerekiyor? 'ahh yazık, bak günahsız yere öldü Pembe/Cemile, yok yere Anne katili oldu İskender' dememizi mi bekliyor? Nedir yani bu Pembe 'kötü bir şey yapmadı' saçmalığı? 

spoiler..spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler...spoiler

Kitabın kurgusu 'lütfen biri beni senaryolaştırsın' diye bas bas bağırmakta. yakın bir zamanda bir sinema filmi, ya da daha da kötüsü en az 2 sezon sürecek bir dizi olarak karşımıza çıkarsa hiç şaşırmam..Kaldı ki kadınlar ve onların dramı üzerine kurulu bir romanın adı neden İskender onu da hala anlayabilmiş değilim. Bu romanın kahramanı İskender değil zira..Ama tabii 'Alexander' 'Rose'dan daha çok ilgi çekebilir yurtdışı edebiyat piyasasında..

Yine de tuhaf bir şekilde okutuyor kendini..Vardır ya öyle son derece vasat olup, yine de elinizden bir türlü bırakamadığınız kitaplar, İskender de o kitaplardan biri işte. Bu da yazarın meziyeti olsa gerek. kötü olanı dahi okutabilmek..çok iyi yazılmış bir çok roman okunmazken, bu başarının da hakkını vermek gerek. Ama daha 100. sayfaya gelmeden sonunu - şaşırtıcı ve sarsıcı olarak kurgulanmıştır muhtelemen- tahmin etmem, aslında şoke olmam gereken bölümlere hiç bir şekilde şaşırmamam- yazarın hayal dünyasının sınırlarını da böylece göstermiş oldu bana.

Yine de tabii okumayın diyemem, 24tl fazlanız varsa cebinizde nereye harcasam diye düşündüğünüz, ya da Elif hanım gibi korunaklı bir dünyada yaşıyor ve bu saydıklarım size çok dramatik ve farklı geliyorsa okuyun tabii.. Kim bilir belki de benim aksime çok beğenir, finaline çok şaşırır, sarsılır, günlerce etkisinden kurtulamazsınız :))

Son olarak kartpostal firmalarına sesleniyorum: Kitabın arka kapağında yer alan  'şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır' cümlesini lütfen 'özlü ve güzel sözler' kategorinize ekleyin..kaçırmayın bu fırsatı..

bitutam

12 Ekim 2011 Çarşamba

Acımadı ki..

Iz bırak(a)mayanlara bilahare döneceğim, ama biraz da iz bırakanlardan bahsetmek gerek..



Parkta oynarken baldırıma çivi battığında 4 yaşındaydım..panik içinde koşup gelen komşu ablalara -ağlamamak için dudağımı ısırarak ve yaşımın ve o an hissettiğim acının el verdiği kadar dik ve mağrur durmaya çalışarak- 'acımadı ki' demiştim..fiziksel acı bu olaydan önce de, sonraları da -özlememe pek fırsat vermeden- sık sık çaldı kapımı..



Beni çok sevsin istediğim, etrafında sürekli kedi gibi dönüp dolaştığım abimin odasına girdiğimde ve kendimce türlü şirinlikler yaparak onu uyandırmaya çalıştığımda 6 yaşındaydım..Beni kaldırıp odanın diğer köşesine fırlatmıştı ve 'alın şu piçi başımdan' diye bağırmıştı. Koşarak odaya giren annem ağlayarak beni odadan çıkardı, onun göz yaşlarını silip 'anne ağlama, hiçbir yerim acımadı' dediğimi hatırlıyorum..ruhsal acı ile tanışmam da böyle oldu..



bu iki acının harmanlanıp beni bulması için ise 11 yaşına kadar beklemem gerekiyordu...Babam bana ilk ve son kez vurduğunda -korkusundan- (erkekler korkularını böyle ifade ediyor genelde) ben en asi halimle ve burnumdan akan kanı umursamadan ona hakaretler yağdırmaya ve 'acımadı işte' diye bağırmaya devam etmiştim...o tokadın yanağımda bıraktığı acı mı daha dayanılmazdı, yoksa o güne kadar en değerli varlığım olarak gördüğüm insanın beni bu şekilde kırması mı bilmiyorum..

Seneler içinde acılar çeşitlendi. Düştüm, hırpalandım, kazık yedim, kırdım, kırıldım, hastalandım, sevdiğim insanları sonsuzluğa uğurladım..Hem bedenim, hem yüreğim sayısız defa acının farklı hallerine maruz kaldı..ama her seferinde başta kendim olmak üzere çevremdeki herkesi acımadığına ikna etmeye çalıştım..

26 yaşındaydım acının geçiştirmesi en zor haliyle tanıştığımda..O gün de ağlamadım..sustum..sesim beni terk etti..kelimeler beni terk etti..hani belki o tartışmadan sonra 'özür dilerim' demiş olsaydı, belki sesim geri gelir ve belki 'önemli değil, acımadı' derdim..belki...

sonsuzluğa inanıyordum o zamanlar ve böyle bitmemeliydi..ben onu sonsuza dek seveceğim sanmıştım, sonsuza dek onun yanında kalacağım, sonsuza dek onun sesi ile uykuya dalacağım, onun ritmine uyduracağım nefes alışlarımı, onun kokusu olacak tenimde..olmadı..

Haziran sonuydu sessizce o evi, o şehri, onun kokusunu geride bırakıp gittiğimde..Daha kapıyı çekerken ağlamaya başladım ve aylarca dinmedi gözyaşlarım..günün her saati ve her yerde ağladım..tamamen kontrolümden çıkmıştı..durduramıyordum..artık ağladığımı bile farkedemez hale gelmiştim..ve bir gün bitti, kesildi..gözyaşlarım tükendi..dondum..kaskatı kaldım..umursamaz ve beklentisiz oldum hayata karşı..

Acımın dinmesi için ise yıllar gerekiyordu..

Acının nasıl başa çıkıldığını bilmediğim bir çeşidi ile karşı karşıya kalmıştım. O güne kadar karşılaştığım bütün acı türlerini sönük bırakacak bir acıydı bu..Aşk acısı..ayrılık acısı..sessiz kalmanın acısı..senelerce görmezden geldiğim yalanların acısı..sevilmediğimi idrak etmenin acısı..hepsi birbirine karıştı..Sanki biri bütün organlarımı tek tek çıkarıp, yanlış, ait olmadıkları yerlere tekrar koymuş gibiydi..bütün kemiklerim kırılmış gibi..nefes almak bile canımı acıtıyordu..hareket etmek, konuşmak, yemek yemek..her şey, ama her şey acıtıyordu canımı, bedenimi.. Ve sanki yıllarca geçiştirdiğim büyük, küçük bütün acılar gelmiş ve 'artık bize de hakkımız olanı ver, bunca yıl bizi önemsemedin, ama artık biz de bedelimizi istiyoruz' diyorlardı..'bizim için de ağla, bizim için de yansın canın'..Giderek büyüyor, çoğalıyordu acılarım..

Hiç geçmeyecek, hiç dinmeyecek, hiç bitmeyecek sandım..O kadar kırılmıştım ki, bir daha asla tam olamam sandım..Kalbim sonsuza dek kanayacak sandım..ve anladım ki, yürek yarası, bedendeki en derin kesiklerden çok daha yavaş iyileşiyor..tekrar toparlananıp, ayağa kalkabilmek için acıyı dayanılabilir seviyelere indirmem gerekiyordu ve benim için tek çözüm mış gibi'ydi.Uzunca bir süre hayatı mış gibi yaşadım..

Zamanla hafifledi ve bitti, belki de alıştım..Yaralarım kabuk bağladı..

İz mi? 

Bacağımda nasıl hala o batan çivinin izi duruyorsa, vücudumda yıllar içinde biriken kesik, yanık, ameliyat izleri, nasıl o tokat her aklıma geldiğinde sağ yanağım sızlıyorsa hala, ruhumda da bütün yaraların izleri duruyor ve sızlıyor zaman zaman..

Ve size bir sır vereyim mi? 

Her defasında acıdı, hem de çok acıdı..Ve ben her ne kadar 'acımadı ki' diye geçiştirmeye çalışsam da, her defasında titreyen sesim beni ele verdi..

bitutam





8 Ekim 2011 Cumartesi

Bazı Temaslar Iz Bırakmaz

Eskisi kadar çok okuyamadığıma üzülüyorum..Bir zamanların kitap kurdu ben, dikkatimi veremiyorum artık okuduklarıma. 

Eskiden her fırsatta sığındığım kitaplar ve onların büyülü dünyası, artık çoğu zaman kapıdan çeviriyor beni. Düşüncelerim engel oluyor, sayfalar arasında kaybolmaya. Bazen aynı sayfayı tekrar okurken buluyorum kendimi. Bazen sayfalarca okuduğum halde hiç bir şey hatırlamadığımı fark ediyorum. Sırf bu yüzden bir çok kitabı, aslında çok büyük hevesle başlamama ve ilk sayfalarını keyifle okumama rağmen yarıda bıraktım, bırakmak zorunda kaldım. Kitaba ve yazara haksızlık çünkü 'okurmuş' gibi yapmak ve sadece sayfaları çevirmek. 

Bunun geçici bir sorun olduğuna inandığımdan, bir süreliğine daha 'kolay' kitaplar okuma kararı aldım. Fazla derinliği olmayan, okurken yormayan, 'çerez niyetine' diye tabir ettiğim...






Behzat Ç... Malum dizinin seveni çok. Ben çok geç başladım izlemeye (sanırım 30. bölümden sonra) peşpeşe bütün bölümlerini izledikten sonra da vazgeçilmez dizilerim arasında yerini aldı. Diziyi bu kadar beğenmişken kitapları okumamak ayıp olur diye düşündüğümden, geçen ay Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat'ı aldım okudum. 

Ve maalesef iz bırak(a)madı. Özellikle Her Temas İz Bırakır -bir ilk romanı olduğunu göz önünde bulundurmama rağmen- hani nasıl desem en iyimser tabirle 'eksik' bir roman. Karakterlerin hiç bir derinliği yok, sürükleyici ve dili akıcı evet, ama bu aynı zamanda kurgunun çok basit olmasından kaynaklanan bir durum. Ekşi Sözlük'te bir çok entryde rastlanan '2 günde okudum', 'bir solukta okudum' ifadeleri bu roman için marifet değil üzgünüm. Konusu ve dili o kadar basit ki, asıl iki günden daha uzun bir sürede okumak büyük bir çaba gerektirir. Sayfalarca gereksiz konular hakkında yazıp, en kilit konuları tek bir cümle ile geçiştirmek kıvrak bir kalemin ürünü değil bana göre. 

Yaratmaya çalıştığı (anti) kahraman -evet maalesef sadece yaratmaya çalışmış- Behzat Ç.nin asıl doğumu, roman sayfalarına değil, renkli cama nasipmiş.  

Son Hafriyat ilk romana kıyasla biraz daha iyi olsa dahi, her ikisi de okuduğum vasat romanlar/polisiyeler rafında yerini aldı çoktan. Yani Behzat Ç. sadece o sayfalara sıkışıp kalsaydı, asla sevmeyeceğim ve unutmaya mahkum bir karakter olacaktı. Tabii bu durum romanda ve dizide yer alan bütün karakterler için geçerli. 

Hal böyleyken Behzat Ç. dizisinin senaristini ve oyuncularını bir kez daha tebrik etmek gerekiyor. Bu kadar vasat bir malzemeden bu denli harika bir iş çıkardıkları için. Roman kahramanı olarak kalsalar hiç kimsenin hatırlamayacağı karakterlere derinlik kazandırdıkları ve milyonlarca insana sevdirdikleri için... Sadece kitaplarda işlenen ana konulardan değil, çoğu zaman tek bir cümle, hatta bazen sadece bir kaç kelimeden muhteşem bir kurgu yaratıp, üstelik bunu salt tek bir bölümde tüketmeyip, hala bölüm aralarına serpiştirebilecek kadar malzeme çıkarabildikleri için. Benim yapamadığımı yapıp, satır aralarını okumayı ve yorumlamayı başarabildikleri için. 

Tabii Emrah Serbes'in de hakkını yememek gerek. Senaryoya o da müdahele ediyor -kendi tabiriyle 'tavsiyelerde bulununuyor'- ve bazı bölümlerini de yazıyor. Belki de Emrah Serbes hayalinde canlandırdığı kurguyu sadece roman sayfalarına aktarmakta zorluk çekiyordur. Zira onun yazdığı bölümler (her on bölümde bir) dizinin en sağlam, en efsane bölümleri. Yani kısa sürede uyarlanan bir metin yazmakta pek zorluk çektiği söylenemez. Hatta bana göre bu işi senelerce yapan bir çok insandan çok daha başarılı.

Yine belki de bu iki roman acemilik dönemine denk geldiği için böyledir. Eminim ilerleyen yıllarda çok daha iyi romanlar okuyabileceğiz Emrah Serbes'ten. 

Son Hafriyat'ın vizyon uyarlaması 'Seni Kalbime Gömdüm' de (her ne kadar Filmin adı bende hala ve ısrarla bir Müslüm Gürses şarkısı çağrıştırsa dahi) eminim hem romandan, hem de televizyon ve de RTÜK sansürüne maruz kalmayacağı için (umarım) diziden de iyi olacaktır.

Heyecanla vizyona girmesini bekliyorum. 

Bu kadar yermeme rağmen 'bu aralar ne okusam ki acaba' diye düşünüyorsanız ve/ya da Behzat Ç. hayranıysanız -tamamlamak açısından ve tabii en önemlisi kendi fikrinizi oluşturmak için- her iki romanı da okumanızı tavsiye ederim..

Benim beğenmemiş olmam bu kitaplardan uzak durmanızı gerektirecek bir kriter değil neticede :))


bitutam